Yazar: Bruce Chatwin
Sayfa Sayısı: 136
Basım Yılı: 2011
Yayınevi: YKY Yayınevi
Öncelikle sizi blogumdaki yeni yazımı okumaya davet edeyim; eğerki kölelik konusu ilginizi çekiyorsa tabi: http://bookowski101.blogspot.com.tr/2014/01/bookowski-tkk-konsept-kolelik.html
Kitaba gelecek olursam eğer, kitap öyküleme tekniği ile yazılmış bir kitap. Yani diyalog çok az. Tanıtımda da belirtildiği üzere " her satırından renkler, kokular ve sesler fışkırıyor" gerçekten de.
Yazar köle taciri Felix de Souza'nın hayatından ilham alarak yazmış bu kitabı. Romanın kahramanı Francisco Manoel da Silva, aslında Felix de Souza'yı yansıtıyor.
Felix de Souza hakkında detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Francisco_F%C3%A9lix_de_Sousa7
Kendisi "En Büyük Köle Taciri" olarak biliniyormuş. Dahomey'deki köleleri pazarlaması ve kocaman bir harem kurarak en az 80 çocuğa sahip olması ile gelen bir ün bu.
Yorumum: Kitaptaki karakterimiz Dom Fransisco da işte aynen bunları yaptı: Kötü bir çocukluğun ardından bir hırsla bu işe atıldı ve çok başarılı oldu. Sayısız kadın ile birlikte olup bir hanedan kurdu. Ve en nihayetinde her insan gibi bu dünyadan göçtü.
Kitap kolay ilerlemiyor, bu yönden sıkıntı çektim. Bir de kısa öykü olsa belki daha etkili olabilirdi; ancak bu tarz bir kitaba bence öyküleme değil de klasik günlük ya da tanrısal anlatımlı bir kurgu kitap daha çok yakışabilirdi. Diyalog azlığı ciddi anlamda okuma sürecimi olumsuz yönde etkiledi. Ancak hikaye çok ilgi çekici. Üstelik ben bu kitabın yıllar evvel filmini izlemiştim, sonradan fark ettim ve ismini buldum: Cobra Verde. Yeşil Kobra diye çevrilmiş dilimize. Film daha güzeldi bence. Eğer ilgilenirseniz filmini izleyin derim.
PUANIM: 5 üzerinden 2.5
Kitap Hakkında Bir Yorum: Bruce Chatwin, 1989 yılında 48 yaşında ölmeden önce, edebiyat dünyasının parlak isimleri arasında gösteriliyordu. Gençti, çok komikti (Salman Rushdie bile ona bayılıyordu), hem kadınları hem de erkekleri etkileyen bir çekiciliği vardı ve en önemlisi hiç tükenmeyen pırıltılı bir enerjiye sahipti. Ama bu parıltılı yıldız maalesef 48 yaşında (aslında AIDS'e yakalanmıştı ama bu yakın çevresi dışında bilinmiyordu) bu dünyadan ayrıldı. Chatwin, esasında çalışma hayatına Sotheby's müzayede evinde salon görevlisi olarak başlamıştı. Ama zekası ve iş bitiriciliği sayesinde sekiz yıl içinde, müzayede evinin en genç yöneticilerinden biri olmuştu bile. Ancak o huzursuz ruhlardan biriydi ve yolculuk etme tutkusunun peşinde işinden ayrıldı. 1972-1975 yılları arasında Sunday Times'ta çalıştıktan sonra, aslında herkesin hayal ettiği ama kimsenin cesaret edemediği bir şeyi son derece doğal bir şekilde, yalnızca "Altı aylığına Patagonya'ya gidiyorum," diyen bir telgrafla, gazetedeki işinden de ayrıldı. Öylesine, bir anda, pat diye! Bu yolculuk, ona Hawthornden Ödülü ve E.M. Foster Ödülü'nü kazandıran ve yazarlık kariyerini başlatan ilk kitabıIn Patagonia'ya esin kaynağı oldu. Gezi yazarı olarak tanınmaya başladı. Ouidah Naibi'ni (1980) yazmak için Batı Afrika'da Benin'de kaldı. Ouidah Naibi, Werner Herzog tarafından Cobra Verde (1987) adıyla filme alındı. Sonrasında birkaç kitap ve ödül daha ve ardından da beklenen son geldi. Chatwin, tüm yaşamında olduğu gibi yine öyle pat diye, aniden bu dünyadan ayrılıp gitti.
GERÇEK YAŞAM ÖYKÜSÜ Ouidah Naibi ise aynı yazarı gibi sıra dışı bir kahramanın gerçek yaşam öyküsünü anlatıyor. Bir köle taciri olan Brezilyalı Felix de Sousa'nın, Brezilya'da başlayıp Afrika'da sona eren, büyük çıkışlar ve inişlerden oluşan destansı yaşam öyküsünü... Roman, Afrika'nın batı sahillerinde, köle sahili olarak bilinen yerde yani bugünkü Benin'de, Ouidah'da, kahramanımız Manoel da Silva'nın ailesinin her yıl tekrarladıkları, onun ölüm yıldönümünde düzenlenen anma törenleri sırasında, büyük bir renk, koku ve ses patlaması eşliğinde başlıyor. da Silva öleli 117 yıl olmuştur ama geniş ailesi onu hâlâ ilk günkü bağlılıklarıyla anmakta, bu şanlı (!) atalarını büyük bir gururla yad etmektedirler. Geniş ailesi demişken... Aile gerçekten geniştir çünkü da Silva, yerli bir kızla evlenmesinin ardından durmamış, kendine çok geniş bir harem kurmuş ve 1857 yılında öldüğünde geride 63 oğul ve sayısını kimsenin bilmediği kadar kız çocuğu bırakmıştır. Açık kahve tonlarındaki ilk neslin ten rengi giderek kararsa da, bu Afrikalı torunlar, beyaz köle tüccarı büyükbabalarıyla ironik bir şekilde gurur duymaktadır. Ancak o yıl, her zamanki olağan törenlerin gidişatı dışında bir şey olur. da Silva'nın son yıllarında doğan ve artık 100 küsur yaşına gelmiş, beyaz tenli öz kızı ölüm döşeğinde son nefesini vermeye hazırlanmaktadır. Beyaz neslin son ferdi, yatağında geçmişi anımsar. Çok güzel bir genç kızken orayı ziyarete gelen bir İngiliz subayıyla kısa süreli bir romans yaşamış ancak adam ona döneceğini söylemesine rağmen asla dönmemiştir. Genç kadın umutla bekledikten sonra adamın evlendiğini öğrenmiştir. Bu satırlar bize ister istemez John Fowles'ın unutulmaz Fransız Teğmenin Kadını'nı anımsatır elbette. Ancak oradaki kahramanın aksine, bu kez genç kadın bekaretini korumayı başarmıştır. Bu yine de yaşama isteğini kaybetmesini engellemez. Son bir ümit küçük kimsesiz yeğenine annelik etmeye sarılsa da çocuğun koleradan ölmesiyle bir daha düzelmemek üzere ışıltısını ve büyük oranda da akıl sağlığını yitirir. Genç kadının öyküsünü asıl kahramanımız olan da Silva'nın görkemli yaşam öyküsü izler. Genç ve yoksul Brezilyalı Manoel da Silva, 1800'lerin başında Afrika'nın 'köle sahilindeki' Dahomey adlı krallığa gitmek üzere denize açılır. Köle ticaretinden servet kazanmayı kafasına koymuştur. Azminden ve iradesinden başka hiçbir silahı olmayan genç adam, Dahomey'de zengin, güçlü ve önemli bir kişi haline gelmeyi başarır. Ruh hali cıva gibi değişken deli Kral'a kendini sevdirerek köle ticareti tekelini ele geçirir. Sayısız kadınla birlikte olup yüzlerce yıl yaşayacak melez bir hanedan kurar. Ancak kaderini teslim ettiği uğursuz mesleğin, hayallerindeki gibi zengin, saygın ve muzaffer biri olarak Brezilya'ya dönmesinin önündeki en büyük engel olduğunu bilemez. da Silva yaşlılık yıllarında yükselmesinden daha hızlı bir düşüş yaşar.
PARLAK BİR AFRİKA TABLOSU Chatwin, bu görkemli romanında bir köle tüccarının yaşamının paralelinde esas olarak yozlaşmış insanoğlunun zalimlikler ve felaketlerle dolu yaşamlarını anlatıyor. Geri planda ise ülkede yükselen Marksist devrimci harekete de yer vermeyi ihmal etmiyor. Köle tüccarı da Silva'nın gururlu Afrikalı torunlarının katıldığı anma törenine devrim sloganları karışıyor. Çelişkiler ve akla gelebilecek her türlü ironik tuhaflık iç içe geçiyor. Yazar bir yandan da, anlatımı zaman zaman Conrad'ı anımsatsa da, okuyucusuna renkler, sesler ve kokular oluşan parlak bir Afrika tablosu sunuyor. Ancak Chatwin'in asıl başarısı kuşkusuz şiirsel dili, capcanlı anlatımı... Öyle ki olaylardan çok zengin tasvirlerle kuruyor öyküsünü. Tuhaf ve vahşi olduğu kadar son derece çekici bir dünyayı da görsel yönü kuvvetli bir dille anlatıyor. Bir yandan kahramanlarının psikolojik dünyalarına girmeyi de ihmal etmiyor. Ve en ilginci de tüm bunları yalnızca 132 sayfada anlatıp bitirmeyi başarıyor. Sizse sanki 400-500 sayfalık bir roman devirdiğiniz duygusuyla kalakalıyorsunuz.
O kadar çok kadınla düşüp kalktığını duyunca aklıma Kolera Günlerinde Aşk geldi. Filmi fena değil, kitabı bir türlü bitmeyen türdendi benim için. = )
YanıtlaSilO kitabı okumadım ama Javier Bardem hayranıyımdır. Bu adam hiç mi hiç sevilesi bir tip değildi :))
Sil